İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte medya üretiminin daha özgür ve demokratik olacağı umutları yeşermişti. Ancak zamanla devletlerin baskısı, şirketlerin ticari çıkarları ve siyasi eğilimleri bir araya gelerek dijital dünyada güçlü bir tahakküm yapısı oluşturdu. Peki, bu durum ifade özgürlüğünü nasıl etkiliyor?
İnternetin İlk Yılları ve Dijital Ütopya
1990'larda internetin yaygınlaşması, bağımsız siteler, bloglar ve forumlar sayesinde özerk bir ifade alanı yarattı. Sovyetler Birliği'nin çözülüşüyle birlikte "küreselleşme" ideolojisi bu dijital ütopyayı destekledi ve geleneksel medya tekellerinin dağılacağı beklentisi arttı.
Ancak Dyer‑Witheford'un "dijital ilkel birikim" olarak adlandırdığı süreç hızla devreye girdi. Silikon Vadisi'nin "dünyayı değiştirme" sloganı, teknolojik ilerlemeyi sınıf ilişkilerinden bağımsız göstererek kamusal altyapının özel sermayeye aktarılmasını perdeledi. Devlet destekli Ar‑Ge ve düzenlemelerle beslenen teknoloji şirketleri, interneti yeni birikim alanına dönüştürdü.
Bu dönüşüm, 1995'te ABD'de NSFNET omurgasının özel operatörlere devredilmesiyle başladı ve 1996'daki Telekomünikasyon Yasası'yla hız kazandı. Böylece internet altyapısı kamusal bir hizmetten ticari bir mala evrildi.
- 1990'lar: İnternetin yaygınlaşması ve dijital ütopya beklentisi.
- 1995: NSFNET omurgasının özel operatörlere devredilmesi.
- 1996: Telekomünikasyon Yasası ile internetin ticarileşmesi.
Sosyal Medyanın Yükselişi ve Algoritmaların Gücü
2000'li yılların başında, dot-com balonunun patlamasının ardından teknoloji şirketleri, sermaye için daha sürdürülebilir dijital stratejiler aramaya başladı. "Web 2.0" kavramı, kullanıcı katılımı ve paylaşım kültürü gibi unsurlarla öne çıktı. Ancak bu, kullanıcıların içerik üreticisi ve veri kaynağı olarak platformlara entegre edildiği yeni bir sömürü modelini işaret ediyordu.
2004'te kurulan Facebook, sosyal medya çağının öncüsü oldu. 2006'da devreye sokulan "Haber Akışı" özelliğiyle içerikler artık algoritmik mantığa göre sıralanıyordu. 2009'da geliştirilen "Kenar Puanı" algoritması, etkileşim verilerini esas alarak görünürlüğü belirlemeye başladı. Böylece bilgi akışının denetimi, kullanıcıların değil, şirketin kontrolüne geçti.
Bu yeniden yapılandırma, medya tüketim alışkanlıklarını da temelden sarstı. Geleneksel editoryal süzgeçler işlevini yitirirken, yerini beğeni, yorum ve paylaşımlara dayalı popülerlik ölçütleri aldı. İşte bu zemin üzerinde Jodi Dean'in "iletişimsel kapitalizm" olarak adlandırdığı yapı yükseldi.
Twitter'ın 2006'da kurulmasıyla birlikte bu eğilim daha da derinleşti. "Trend" algoritması sayesinde, anlık popülerlik verileri belirli konu ve haberleri öne çıkarmaya başladı. Habermas'ın tanımladığı kamusal alan ideali yerini, özel mülkiyete ait "filtrelenmiş kamular"a bıraktı.
Platform tasarımları, kullanıcıyı ödül beklentisine sokarak bağımlılık yarattı. Sosyal medya, ifade özgürlüğünü güçlendiren bir araç olmaktan çıkıp, dikkat sürelerinin metalaştığı bir denetim teknolojisine dönüştü.
Dikkat Ekonomisi ve Habercilik Krizi
2010'lu yıllara gelindiğinde, Facebook, Google ve Twitter gibi platformlar küresel bilgi akışının liderleri hâline gelmişti. Haber kuruluşları, geniş kitlelere ulaşabilmek için bu platformlara bağımlı hâle gelirken, reklam gelirlerinin büyük kısmı hızla bu platformlara kaydı.
Dikkat ekonomisinin hâkimiyetiyle sosyal medya algoritmaları, en yüksek etkileşimi getiren içerikleri öne çıkarmaya başladı. Bu durum, yanlış haberlerin ve komplo teorilerinin yayılmasına zemin hazırladı. Yanlış haberlerin doğrulardan kat kat hızlı yayıldığını gösteren Twitter çalışması, bu dinamiğin ölçeğini ortaya koydu.
William Davies'in tespitiyle, "yüksek hızlı mobil internet gerçeği değil, en çekici -çoğu zaman da en öfke uyandıran- içeriği öne çıkaran bir çevrimiçi dünya" yarattı. "Yankı odası" ve "filtre balonu" kavramları, kullanıcıların yalnızca kendi görüşlerini doğrulayan içeriklerle karşılaştığı bir sosyal medya deneyimini anlatır.
Dijital çözümcülük perspektifinden bakarsak, 2010'larda teknoloji devleri ortaya çıkan sorunlara karşı hep daha fazla teknolojiyle çözüm aradılar. Ancak bu tür adımlar çoğunlukla sorunun temelini çözmedi.
2018'de patlak veren Cambridge Analytica skandalı, dijital dikkat ekonomisinin nasıl psikografik propaganda aygıtına dönüşebileceğini gözler önüne serdi.
Medya ve iletişim alanında da benzer bir çaresizlik duygusu ortaya çıktı. Facebook'a alternatif kamusal bir sosyal ağ kurmak veya Google'a alternatif, kâr amacı gütmeyen bir arama motoru geliştirmek gibi fikirler gerçekleşmesi zor sayıldı. Eleştiriler ne kadar artsa da, çoğu insan ve kurum "yine de bu platformlara mecburuz" düşüncesinden kurtulamadı.
Sonuç olarak, dijital platformların yarattığı bu bağımlılık döngüsüne, dikkat sömürüsüne ve siyasi manipülasyona teslim olmak kaderimiz değil. İletişimi sadece bu şirketlerin çizdiği dar ve kârlı sınırlara hapsetmek, bağımsız gazeteciliği öldürüyor, kamusal tartışmayı zehirliyor ve bizi birbirimizden koparıyor. Bu dijital kuşatmaya karşı direnmek, sadece teknolojik araçlarla da olmayacak üstelik.